Kablettarih / Nâzım Hikmet
Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan…
Kulaklarımızda hâlâ
şimşekli sesi var sapan taşlarının.
Ormanlarında yabani aygırlar kişniyen
dağ başlarının
kanlı hayvan kemikleriyle çevrilen sınırları
geldiğimiz yolun ucudur.
Yine fakat
geniş kalçalı genç bir ananın
gergin gebe karnı gibi doğurucudur
mataralarımızda çalkalanan su.
Çok uzaklardan geliyoruz…
Tütüyor yanık bir et kokusu
çizmelerimizin köselesinden…
Ürkerek
adımlarımızın sesinden
kanlı karanlık yıllar
kanatlı bir hayvan gibi havalanıyor…
Ve karanlıklarda yanıyor
en önde gidenin
ateş bir ok gibi gerilen kolu…
Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan…
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla…
Bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
Bedreddini Simavînin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik…
Çok uzaklardan geliyoruz.
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnar edilen Galile’nin
dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
Ve ancak
bizim kartal burunlarımızda buluyor
lâyık olduğu yeri
materyalist camcı İspinoza’nın
gözlükleri…
Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan…
Ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız;
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız
karanlık camlarını!..
Ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını…
Nâzım Hikmet
1929
-835 Satır/Şiirler 1-
Kablettarih/ Cem Uzungüneş
Nazım Hikmet’in Kablettarih şiirinde, ilk dizedeki “uzak” sözcüğünün mesafeyi imleyen bir sıfat olmadığını üçüncü dizede hemen anlıyoruz. Evet, “uzaklar” zamanı imliyor. Çok eski zamanları. İlk ipucunu şiirin adından almıştık elbette, ama üçüncü dize bizi hızla o tarih öncesi zamanlara fırlatıp atıyor. Hemen fark ediyoruz ki, okuduğumuz, insanlık tarihidir. Nasıl bir insanlık tarihidir bu peki? Hemen şu iki dizeye bakalım:
“Kulaklarımızda hâlâ
şimşekli sesi var sapan taşlarının.”
Bu iki dize, insan soyunun varlığını sürdürmek için alet (silah) yapıp avlandığı en eski zamanları işaret ediyor. Alet yapan insan, bir zekaya, bilince ve belleğe sahip olduğu çağlardan itibaren Nâzım Hikmet’in “biz” diyerek kendisini ve hepimizi içine kattığı “insanlar”dan söz etmeğe başlıyor. Toplu halde bütün bir insanlık olarak “biz” konuşuyoruz artık. Tarih öncesinden beri olan biten her şeyi “hatırlar gibi” konuşuyoruz bu şiirde. Bu “konuşan biz” konusuna aşağıda döneceğiz ama sonraki şu iki dizeyi atlamayalım:
“kanlı hayvan kemikleriyle çevrilen sınırları
geldiğimiz yolun ucudur.”
Bu iki dize “avcı toplayıcı” insan topluluklarının önce sınırlar çizerek klan, kabile hâline gelmesinden, sonra da tarım topluluklarına geçişinden, yani mülkiyetin başlangıcından söz etmektedir. Şiirin yazıldığı tarih: 1929. Cumhuriyetin 6. Yılı, Ekim Devriminin 12. yılı. Nâzım Hikmet 1902 doğumlu olduğuna göre, 27 yaşına kadar Karl Marks’ı okuduğunu, Marks’ın insanlık tarihine değgin düşüncelerini heyecanla benimsediğini varsayabiliriz. (“Değgin” evet. Böyle güzel sözcükler ölmesin.) Neyse, konumuza dönelim ve şu yukarıdaki sorumuzu yanıtlayalım. Marksist bir bakış açısıyla anlatılan bir insanlık tarihidir bu elbette. “Yine fakat” hemen sonrasındaki dizelere bakalım, “mataralarımızda çalkalanan su” ile biten:
“geniş kalçalı genç bir ananın
gergin gebe karnı gibi doğurucudur
mataralarımızda çalkalanan su.”
Burada, doğa felsefelerindeki “anâsır-ı erbaa”dan biri olan suyun kendi doğurganlığından, bereketinden söz edilmiyor elbette. Mataralarımızda su çalkalanıyorsa, yürüyüş hâlindeyiz, hareket hâlindeyiz demektir bu. Yani bu (mataralarımızda çalkalanan) su devrim mücadelesinin uzun yürüyüşünden söz ediyor. “Doğuruculuğu”, bereketi oradan geliyor.
Bu şiirde, az biraz “aşırı yorum”a kaçmaktan çekinmeden, “anâsır-ı erbaa”nın diğer üç unsurunu arasak bulur muyuz? Ateş ve toprak hemen göze çarpıyor da, hava unsurunu bulamadım ben şahsen. “Havalanmak” fiilini saymazsak: ki sayılmaz. Aşırı yorumun da aşırısına kaçmayalım. Ama bir şey diyeyim mi, bu şiirin yorumlanmaya kapı aralamak, yorumlama heyecanını tetiklemek konusundaki bereketini, “doğurganlığını” da teslim etmek zorundayız.
Şimdi şu “konuşan biz”e dönelim. Şiiri okurken şiir boyunca konuşan “biz” (gizli) öznesine, biz de; yani sen de ben de katılıyoruz. “Biz” derken biz kimiz? Nereli olduğu sezdirilse de (nereli olduğu) önemini yitirmiş bir insan “insanlık adına” konuşmaktadır. Şiiri okuyup bitirdiğimizde bir Marksist’in, bir komünistin, bir devrimcinin konuştuğunu anlıyoruz. Şiirde bir devrimci konuştuğuna göre, biz de “biz” derken sesimiz o devrimcinin sesi olmaktadır. Şiiri her okuyan, tarih öncesinden başlayan insanlık tarihini şimdiki zamana dek anlatan, hatta bu insanlık tarihini geleceğe dair bir umutla bitiren bir devrimcidir artık.
Aklıma şu geldi: şiir çözümlemelerinde, yorumlamalarında “konuşan ses”ten, “konuşan özne”den söz ederiz ya hani, Nazım’ın şiirlerinde çoğunlukla “haykıran ses”, “haykıran özne”dir o. Elbet “Masalların masalı” (yani “Su başında durmuşuz” diye başlayan şiir) gibi alçak sesle ya da fısıltıyla okunması daha doğru olacak kimi şiirlerini hariç tutarsak. Diyeceğim, bu Kablettarih şiirinde de haykıran bir ses var.
Peki, Nazım Hikmet şiirlerinde başka başka konuşan öznelerden söz edebilir miyiz? Evet, söz edebiliriz. “Kız Çocuğu” şiirinde 7 yaşında bir kız çocuğu konuştuğuna göre, “Salkımsöğüt” şiirinde, “Mavi Gözlü Dev” şiirinde vs. bir hikâye anlatıcısı konuştuğuna göre, Şeyh Bedrettin Destanı’nda, Kuvayı Milliye Destanı’nda bir destan anlatıcısı konuştuğuna göre, soruya yanıt olarak “evet” diyebiliriz. Ama şiirlerinin tamamında, “Nâzım” diye bildiğimiz, sesi içimize işlemiş bir şairin sesini işitiriz. Öyle ki, kendi sesinden okuduğu şiirleri olmasaydı bile, onun şiirlerini içimizden, fısıltıyla, mırıldanarak ya da yüksek sesle okurken, onun dizelerine “sirayet etmiş” bir Nâzım sesi olurdu içimizde, hayalimizde.
Sözümün burasında bir anımı anlatayım. Yok, iki olsun. İki olsun ki anı anlatmadan duramayan yaşlılar kadar yaşlandığım belli olsun. İlki, Nazım Hikmet’le ilk karşılaşmam: Bulgaristan’da ilkokul 1’i okuyup Türkiye’ye, Aydın’a gelmişiz. Kiril alfabesiyle okuma yazma öğrenmişim köyümüz Ezerçe’de (Razgrad). İkinci sınıfı okusaydım suyun öte yanında (Deliorman’da), Latin alfabesiyle Türk çocuklarına okutulan Türkçe “Alfabe” kitabını okutacaklardı bana da. Türkiye’ye sonradan gelen, benimle yaşıt kuzenimde o Türkçe “Alfabe” kitabı vardı. O kitapta, “Nâzım Hikmet’in “Kız Çocuğu” adlı şiiri vardı. İlkokul ikinci sınıftan bahsediyoruz. İlk karşılaşma dediğim, işte bu karşılaşma. 10 – 11 yaşımda ya vardım, ya yoktum. Yıllar sonra Zülfü Livaneli’nin sesinden o şiiri (şarkıyı) duyduğumda, o şiirin ezberimde olduğunu fark ettim [(“Şeker bile yiyemez ki) / Kağıt gibi yanan çocuk” değil, “kâat gibi yanan çocuk” olarak hatırladığıma, şarkıya o dizelerin alınmadığına varıncaya kadar]. Livaneli’nin o şarkısını söylerken o dizeleri de eklediğimi hatırlıyorum. “Karlı Kayın Ormanı”nı söylerken de, bu şiirde geçen “ne ölümden korkmak ayıp / ne de düşünmek ölümü” dizelerinin beni 16-17 yaşımda ölüm korkumla barıştırdığını (belki de tanıştırdığını) söylemeden geçemem. Söylemeden geçemeyeceğim bir şey daha: orta sonda satın aldığım ilk kitap (Teksas-Tommiks’leri saymazsak) Nâzım Hikmet’in bir şiir kitabıdır. İkinci anım da annemin o kitabı başıma bir iş gelir korkusuyla sobada yakmış olmasıdır.
Dönelim yine Kablettarih’e. Bu şiiri, hızla akan bir insanlık ve uygarlık tarihi “jeneriği” olarak okuyabiliriz. Belki milyon(larca) yıllık tarih öncesini (kablettarih) ve bütün bir insanlık tarihini bir buçuk sayfalık bu şiir boyunca hızla kat ediyoruz.
“Hızla kat ediyoruz” demişken, aklıma Italo Calvino’nun, Amerika Dersleri (çeviren, Kemal Atakay) kitabındaki “Hız” başlığı geldi. Bu kitabı okuyanlar Kablettarih şiirinin bu “Hız” bölümünde anlatılanlara cuk oturan bir örnek oluşturduğunu fark edeceklerdir.
İnsanlık tarihini kendisi gibi emekçilerin, kendisi gibi direnenlerin (Bedreddin, ahiler vs.), kendisi gibi bilimsel gerçeklerin peşinde koşanların (Galile) kurduğunu, oluşturduğunu bilen, insanlık tarihine egemenlerin ve sömürenlerin penceresinden değil de, üretenlerin çalışanların penceresinden bakan, o pencereden geleceğe umutla bakan bir devrimci konuşuyor (demiştik) bu şiirde. Ta avcılık toplayıcılık çağlarından beridir (“sapan taşları”) hem de. Biz be bu şiiri okurken kendimizi onunla ve kendini özdeşleştirdikleri ile özdeşleştiriyoruz.
Şiirin Galile’den söz ettiği şu bölümde biraz duralım.
“çok uzaklardan geliyoruz.
alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnar edilen Galile’nin
dönen küre gibi yuvarlak kafasını.”
“İhrak binnar etmek” ateşte yakmak demek(miş). Galile’nin ev hapsi cezasına çarptırılmış olsa da eceliyle öldüğünü bildiğimize göre, burada iki olasılık var. İlki, Nazım’ın bu dizeleri yanlış bir bilgiye dayandırması, ikincisi de bunun bir metafor olması, yani “ellerimizde alevli bir fanus gibi taşıdığımız”, Galile’nin “yuvarlak kafası” değil, dünyanın Güneş etrafında döndüğüne dair “düşünceleri”. Okuduğumuz bir tarih metni değil de bir şiir olduğuna göre, bu bölümü bir metafor olarak okumak, yani ikinci olasılık bana daha yakın geliyor.
“ve ancak
bizim kartal burunlarımızda buluyor
lâyık olduğu yeri
materyalist camcı İspinoza’nın
gözlükleri”
Şiirin burasında biraz duralım. Nâzım Hikmet, filozof Spinoza’dan boşuna söz etmiş olamaz elbette. Bu şiiri baştan sona (Marksist bakış açısının yanı sıra) Spinoza’nın “conatus” kavramına dayandırarak (da) okuyabiliriz. Spinoza, kısaca “çaba”, “varoluş çabası”, “varlığını sürdürme arzusu” olarak anlayabileceğimiz bu “conatus” kavramını insan eyleminin ne kadar değerli olduğu üzerine kurduğu önermeler aracılığı ile tartışır. Teolojik kavramlardan uzaklaşıp, Nâzım’ın dediği gibi materyalist kavramlara yaklaştığı bir düşünme biçimini “önerir”. Bu dizelerde de iki farklı yorum, iki farklı “okuma” mümkün. İlki, tıpkı Galile’den söz ettiği dizelerdeki gibi düz bir okuma, yani mercek (gözlük camı) da üretilen bir iş kolunda zanaatkâr olan, hem emekçi hem filozof olan Spinoza’nın ürettiği gözlükler “bizim kartal burunlarımızda” lâyık olduğu yeri bulur. İkincisi, daha metaforik bir okuma: “Materyalist camcı İspinoza’nın gözlükleri”, filozofun “bakışı, düşünceleri, felsefesi” lâyık olduğu yeri, biz Marksistlerin sosyalistlerin “bakış açısında, fikirlerinde” bulur, demiş oluyor Nâzım Hikmet, 27 yaşındayken yazdığı bu şiirde.
Bu arada, bu şiirin kimi dizelerini çözümlemeğe çalışırken Hâşim’in özetle “şiir tahlili, kuşu eti için öldürmektir” sözü aklıma gelmedi değil. Devam edeyim, son cümlemi de Nâzım’ın geleceğe umutla baktığı şu son
“Ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını…”
dizelerinden önceki
“Ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız;
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız
karanlık camlarını!..”
dizelerinin yorumlarını da, yukarıdaki okumalara paralel, dik, çapraz olarak siz değerli okurlara bırakayım, diyecektim, ama kendi yorumumu söylemeden geçemedim: ilk üç dize artık çok meşhur olmuş, dilimize bir atasözü gibi yerleşmiş, “Kerem Gibi” adlı şiirdeki
“sen yanmasan
ben yanmasan
biz yanmasak
nasıl çıkar
karanlıklar
aydınlığa”
dizelerinin öncülüdür bence.
“çocuklarımızın başları” da, bizden sonraki kuşakların düşünceleri, fikirleri olsa gerek.
Ama eminim, bu Kablettarih şiirini baştan sona bambaşka bir bakış açısıyla okuyacak, yorumlayacak insanlar vardır.