SONUNA KADAR GİTMEK İSTİYORUM ADAMI / Kemal Özer
Adımını atar atmaz «kurtuldum sokağı»
ilişkin bir gülmektir gibi gözlerine
kaldığı günden beri adamın cebine
onluklar onluklar çay paraları
bu da portakal işte parasızlıkla alındı
ellerini boyuyor kimin tutarsa kan
bu da kan portakalı işte İskenderun’dan
onunla ayakta duruyor adamın bir yanı
şimdi gitse kimbilir hangi kadına
kimbilir neden sonra varacak ayakları
vakti daralmış bir kadın bütün anlattıklarına
şimdi gitsem elimde onun bıçağı
uzanıp kesmek için bir tutam saçlarına
keser gibi ortasından yatırıp sıcağı.
Kemal Özer’le Bir Yaz Dönümü Sabahı / Cenk Gündoğdu
Uzandığım o küçük kanepede gözümü açıyorum. Oda kitaplarla dolu. Saat sabah beş. Telefonun ışığı gözümü alıyor. Kapatıyorum. Karanlık. Kırık bir Türkçe ile “kahve hazır!” Bu bana söylenmiş olmamalı. Konuşmalar sürüyor. Odaya bakıyorum. Duvarlardaki kalan boşluklarda, resim ya da çerçeve içinde duran şeylere. Gece, Baba ile Kız’dan birkaç bölüm okuyarak uyudum. Etrafa bakınıp kitapta geçen hatıralardan bir şeyleri arıyorum. İçerdeki kitapların hepsi de şairin imzasını taşıyor. Dönemin üretim ilişkilerine karşı kurduğu yayınevinden çıkardığı kitaplar. Şairin tüm hayatı burada, her kitabının 30 belki 40 kadarının yan yana dizili olduğu raflarla dolu bu küçük odada. Bu raflara baktıkça aklıma sorular geliyor: İnsanın hayatı: kendisi midir, anılar mıdır yoksa ondan kalanlar mıdır? Bu kitaplara ulaşmak için internetin olmadığı zamanda, ısrarımla kitapçıları bezdirmelerim, taşra kırtasiyesine kadar onları getirttiğim ve nerdeyse benden başka kimsenin ilgilenmediği o günler… Taşrada nerdeyse kimsenin kapağını açmadığı ama benim didik didik edip merakla okuduğum anlar… Aklımdan gelip geçiyor bunun gibi bir sürü görüntü, kalkmamla giyinip çıkmam arasındaki işte o aralıkta.
Salonda kahve içiyoruz acıbadem ile. Konuşmuyor, kahve içip kurabiyelerimizi yiyoruz. Sonra birden dışarı çıkıyoruz, kapı önünde duran açılır kapanır sandalyeleri yanımıza alarak. Etrafta kimseler yok. Gün ağır ağır aydınlanıyor. Siste manastır avlusunu arşınlayan keşişler gibi yürüyoruz. Önde uzun adımlarıyla o, arkasında açılır kapanır sandalye ile ben. Evlerin arasından, küçük sokakların içinden önümüze açılan denizi, önce sesi sonra gövdesi ile karşılıyoruz.
Çok tuhaf bir an. Aklımda hep bir sinema karesi gibi kaldı. Deniz boş. Upuzun bir kıyı. Bir açıklıkta o kıyıya varmak için yürüyoruz. Durup boşlukta birbirimize bakıyoruz. Bir yaz dönümünün erken değil çok erken sabahında. Sabah olmamış kadar sabah. Uzaktan gelen anlaşılmaz seslerle sis kayboluyor, bulut geçiyor, her şey ağır ağır beliriyor. Bir tekerlek gibi dönen ve katlana katlana gelen büyük dalgalar, birkaç balıkçı teknesi, tüm genişliğiyle gökyüzü, ellerimiz yüzlerimiz. Belirginleşiyor. Her şey ve hepsi bu kadar. Ayaklarımıza gidip gelen sular bize tüm bunların bir film, bir resim değil basbayağı bir gerçek olduğunu hatırlatıyor.
O gün orada o yaz sandalyesinde oturup uzun uzun sustuk. Birkaç köpek, erkenden suya girmek isteyen birtakım insanlar geldi geçti. Köpekler geri döndü etrafımızda daireler çizdi. Suya girip kıyıda silkelendiler. Biz orada öylece ufka bakıp sustuk. Sonra ozan, -evet ozan demeyi sevdiği için öyle söylemek istedim- birden yeni şiirinden bir şeyler okudu ve saatlerce şiirden konuştuk. Arada tartıştık ve anılarını anlattıkça Cağaloğlu yokuşu önümüze dökülmeye başladı. Daha çok o anlattı, ben dinledim. Boşluklarda sorular sordum. O hiç gülmeden güldüren esprilerini de ihmal etmeden kendine has soğuklukla yanıtladı. Varlık dergisi zamanından Şiir Sanatı’na, Kadıköy günlerinden ilk öykülerini yazdığı dergilere, II. Yeni’den Cumhuriyet gazetesi düzelti servisine kadar uzadı gitti konuşma. O kadar keyifli ve canlı anlatıyordu ki sanki Konur Ertop ile ayaküstü köfte yiyoruz, birazdan Doğan Hızlan’a o unutulmaz şakayı yapacağız, Adnan Özyalçıner, Refik Durbaş’ın düzelti masasındaki ciddiyetini dağıtacak espriye çalışıyoruz, o karlı gündeyiz ve Edip kız arkadaşı Tomris’i bizlerle tanıştırmaya getirecek Beyoğlu’na, Murat Belge evden sıkıldıkça Moda’daki kitabevine kaçıp kaçıp geliyor ve heyecanla konuşuyoruz… Doğal, sakin, detaylı ve yüksek gözlem gücünü pırıl pırıl bir zihinle arada soğuk gülmelerle anlattı durdu. Aradan geçen onlarca yıla karşın her şeyi dün gibi anlattı. Tabii arada o İngiliz esprilerini de ihmal etmedi.
En son yazdığı şiirden bir bölüm okuyarak başlayan sohbet, ilk dönem şiirlerinizi hep özlüyorum deyince birden kesildi. Denizden kalktık. Ve tartışarak kıyı boyu yürüdük.
Politik çevreden gelmenin rüzgârından sıyrılıp şiirin ne söylediği kadar nasıl söylediğine yaklaştıkça ilk kitaplarınızı, o ilk dönem şiirlerinizi daha çok sevdim. Keşke o coşkuyla aktığınız yoldan, II. Yeni izleğindeki şiirden ayrılmasaydınız gibi şeyler söyledim. İronik bir üslupla “Beğenmiyorsun yani…” gibi sözler söyledi. “Hayır öyle demek istemedim, ama şöyle ama böyle” diyerek eveledim, geveledim. Belki biraz kırıldı. Her zaman sahici bir diyalog vardı aramızda. Fikrimi açıklıkla söyleyebileceğim bir samimiyet söz konusu idi. Bu konuşma geçenlere bugünden bakınca Kavganın Yüreği ile başlayan dönüşüm aslında varmak istediği şiire onu taşımadı. Elbette iyi şiirler de yazdı ama kendini bağladığı o gelenekte olmak istediği yere, o anlattığı yere varamadı. Tüm bu düşüncelerimin yanı sıra hayatını, mücadelesini, durumlar ve olaylar karşısında tavrını gördükçe şiirinden daha çok ona saygı duydum. Kişiliğine. Çünkü Kemal Özer’i tanıdıkça şiirinin, inançlarının, hayatının çelişmediğini gördüm. Hakikatli bir insan tanıdım.
Bugün pek rastlanmayan şu örneği onu tanımayanlar için paylaşmalıyım. Kitaplarının tamamını ciltler halinde o günler editörü olduğum bir yayınevinden yayımlamak için anlaştık. İlk cildin yayımlanmasının ardından beni maaşlarımı da vermeyerek “bastırdığın kitaplar satmıyor” gibi bir bahaneyle işten çıkardılar. O tarihlerde kitaplarının derli toplu, tek bir yerden yayımlanmayacağını bildiği ve bunu çok istediği halde ayağındaki ağrılarla bastonuna dayanarak yayınevine gidip sözleşmeyi feshetti. Aldığı telifi iade etti. Emekli maaşı kartımı paylaşalım diye teklifte bulundu. Ardından bir banka yayınevinden gelen öneriyi; inançlarıma, eylemlerime ve hayatıma ihanet edemem diye teşekkürle ters çevirdi. İşte böyle biri idi Kemal Özer.
O deniz kıyısından ölene kadar esprilerle, iğnelemelerle, telefonda, yüz yüze, o günlerin messenger’ında çok konuşup tartıştık: “Estetik olan ile politik olan” konusundaki seçimi ve şiirini kontrol altına alma duygusu, düşünceyle ve hep bir tasarıyla şiire yaklaşımını… Çok konuştuk. Çok güldük.
Türk şiirinin en güzel ilk üç kitabına sahipken toplumsal koşulların da etkisiyle adeta o şiirleri terk etmeyi bir görev bilerek sınıf mücadelesindeki yerini belirginleştirmek düşüncesiyle topyekûn bir değişime gitti. Aslında Kemal Abi şiirinde herhangi bir değişime gitmese de her zaman sosyalistti; emekçi bir aileden geliyordu. Yani hayata bakışı, toplumsal meselelere olan tavrı değişmediği için ilk dönemki o duyarlığı sürdürse sanki bugün şiirimiz; daha başka kavrayıcı, kuşatıcı şiirlerle buluşacaktı. Bu düşüncemi dolaylı olarak her söylediğimde ironik ve İngiliz esprileriyle karşı çıktı.
İşte ilk üç kitabına giren, sonuna kadar gitmek istiyorum adamı adlı bu şiir ve benzerleri, onun o deniz kıyısında bıraktıklarındandır; keser gibi ortasından yatırıp sıcağı. Kemal Abi o döneminin karakterini taşıyan bu ve benzer şiirlerini unutmak istemiş ki “60 yılın ardından” üst başlığı ile 100 Şiir adlı kitabına ve Dalgayı Haber Veren Yakamoz adlı seçme şiirlerine de almamıştır. Kemal Özer’in belli ki geçmişte kalmasını istediği o gençlik günleri şiirlerindeki tadı hep aradığım için bu yaz dönümü hatırasını paylaşmak istedim. Ne zaman kimse uyanmadan bir kıyıda dursam o günü o konuşmaları o anı anımsarım. Bir insan ölünce ve çevresinde onun tanıkları çekilince mi ölür, geride bıraktıkları ölünce mi ölür? Bu soru da bu anı ile burada kalsın.