YAKAZAT-I LEYLİYYE / Cenap Şahabettin
Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim,
İhtizâzât-ı leyli dinleyelim:
Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Tâze parmakların temâsıyle
Ağlıyor bir hazân havâsıyle…
Dinle ey yârim işte ağlayan o
Gecenin ka’r-ı pür-sükûnunda
Zulmet-i ebkemin derûnunda…
Gâh onun ihtizâz-ı pestiyle
Mütevahhiş, hazin, rakîk ü nizâr
Dağılır cevve bir sürûd-ı hezâr.
Geh onun irtiâş-ı mestiyle
Dolaşır kâinât-ı nâimeyi
Bir umûmî şehîk-i tenhâyî…
Onu kim dest-i ra’şe-dârıyle
Çalıyor, perde perde inletiyor?
Onu kim böyle gamla söyletiyor?
Tellerin lâhn-ı inkisârıyle
Hangi metruke böyle eğleniyor?
Hangi mâtem bu sesle söyleniyor?…
Gâh olur ince, nâzenîn bir ses.
Leyl içinde sürüklenir, inler;
Onu zulmet sükût ile dinler.
Gâh olur bir figân-ı tîz-i heves;
Bütün â’sâb-ı kâinâtı gerer;
Kalb-i hâbîde-yî cihân titrer.
Sonra bir şübka-yi bükâ olarak
Düşer âguş-ı leyl-i târike,
Çalışır rûh-ı samtı tahrike…
Sonra tedricen alçalıp solarak
O kadar pest olur ki öksürerek
Zannedersin tebâh olup gidecek…
Sonra baygın, kesik, sükût eyler;
Mûsikî-yî sükûtu okşayacak
Bir enîn-i hafî kalır ancak…
Kim bilir, kim bilir neler söyler;
Bu süreksiz, hevesli zemzemeler,
Bu susup durma, sonra söylemeler,
Bu nevâzişli, nazlı, hoş nağamât,
Bu rekâket, bu lüknet-î elhân,
Bu tereddüdlü mûsikî-yi figân,
Bu yarım cümleler, yarım kelimât,
Belki leyl-i hamûşa yalvarıyor;
Belki bir tûf-ı tesliyet arıyor.
Gâh mestâne bir şetâretle
Bâd-ı pür-gûyu eyliyor taklîd;
Uçuyor cevve pür hayâl ü ümîd;
Gâh bir muğşiyâne hâletle
İnliyor muhtazır, zebûn ü harâb;
Oluyor can-be-leb tuyûra cevâb…
Tâ uzaklarda işte bir piyano:
Onu, bî-şübhe, bir kadın çalıyor;
Mûsikîden cevâb-ı ye’s alıyor.
Dinle ey ruhum işte ağlayan o…seni.
Yakazat-ı Leyliyye / Emre Söylemez
Cenap Şahabettin’in şiiri için zamanın büyük sesi tarihinse tozlu sayfası desem yanılıyor olmam. Neden büyük sesi olduğu konusunda itiraz olursa savunmasını yapacak şiirler mevcut, biz neden tozlu sayfası olduğu konusunda duralım istiyorum. Şiirde müzik, ahenk, ses üzerine kim sözü alsa, Haşim’i sesin güzelliği ile başlıyor ve ardından yakın tarihimize kadar şair sıralaması izliyor bu müzik çeşitliğinin. Servet-i Fünûn şiirinin önemi, özellikleri anılmaya başladığında ise; Cenap Şahabettin’in bir defa adı anılır ve hızlı bir Tevfik Fikret muhasebesine girilir. Oysa Ahmet Haşim’in şiirinin çıkış noktası Cenap Şahabettin şiiri ve saf şiirin poetik kanalıdır. Döneminde Servet-i Fünûn var eden Recaizade Mahmut Ekrem’in desteği, Tevfik Fikret’in “liderliği” kadar mühim olan Cenap Şahabettin’in Avrupa’dan tahsil sırasında edindiği ve dönerken getirdiği, şiirin bir musiki meselesi olduğu ve parnasyen akımının gücü gerçeğidir. Toplumsal hafızamızın henüz fikir birliği sağlamadığı Tevfik Fikret, siyasi olmayan şiirlerinde, Cenap Şahabettin şiirinin esinleri bolca görülmüştür. Tarihin tozlu sayfası dedim; çünkü tez arama merkezine bile bakarsanız Cenap Şahabettin’in mektupları ve nesri üzerine yapılmış üç çalışma dışında hiçbir şey göremeyeceksiniz. Gerçekten akademinin Cenap Şahabettin şiiri özelinde söylenecek sözü yoktur, zaten sınıflandırılmış, rafa kaldırılmış bir şey akademinin ilgi alanına girmez.
Yusuf Ziya Ortaç, Cenap Şahabettin portresinde; Yakazat-ı Leyliyye’yi, Elhan-ı Şita’nın ardında yayımlanmış ve dönemin şiirini afallatan bir hazine olarak anıyor. Şiire o güne kadar ney, tambur gibi birçok enstrümanın girdiğini hatta Fikret’le beraber ut anıldıktan sonra Yakazat-ı Leyliyye ile şiire piyanonun girişine dikkat çekiyor. Ortaç, muhtemelen piyano kelimesinin şiire girişini ya da piyano çalınmasının hayali güzelliğinin şiire girilmesini vurguluyor. Oysa şair, aynı zamanda kullandığı sesler ile piyano sesi de kurmaya çalışmış gibi. Bunu şiire yayılan ve sıklıkla göze çarpan kelimelerin içine saklanmış “o” sesinden çıkarıyorum. Şapkalı sesli harflerin arasında varlığını koruyan “o” sesi şiirde yüreğin atıldığı yerleri oluşturuyor. Bilmiyorum belki de piyano bana hep ince seslerin kalın seslerle uyumlandığı bir enstrüman/müzik olarak geldiği için de olabilir.
Şiir doğasından olsa gerek mevcudiyetini sınırlar içinde hapsolarak geçiriyor. Örneğin şiirleri x dergide yayımlanarak başlayan bir şair o derginin genel şiir uzunluğunu bir ömür şiir uzunluğu olarak sürdürüyor. Bir başka sınırı ise çağının ölçü sınırıdır. Şiir geleneğinde aruz sesin bir sınırıydı sonra görüntü sınırları başladı. Cenap Şahabettin ile gelen çerçeve sınırı bunun bir örneği, Haşim’in şiirindeki silik fotoğraflar, Attila İlhan’ın Sinematografik şiiri ya da İkinci yeni ile bir sanat filmi izlememiz..
Cenap Şahabettin’in çerçevesi dönemin izlenimcilerinin tabloluları ile süslüydü, acaba diyorum bu çerçevede dönemin popüler tablolarının yanında bir de savaş sahnesi çizseydi nasıl bir şiir okurduk.
Bugün Cenap’ın çerçevesinden damar bulup örneğin Jackson Pollock’un tabloları şiirde çalışır mı?
Günümüzde çerçeve çizme şiirin geneline yayılmayıp atmosfer sunmayla yetiniyor. Gizem Ünelöz’ün Soruşumlar Şiirindeki “entır” tekrarlarının bizi bilgisayar ekranına götürmesi bunun bir örneği. Ya da Ömer Şişman’ın 108 isimli şiirinde “Dünyayı geminin lombozundan seyrettim” dizesi şiirin kurgusuyla uyumlu uzaydan alınan Dünya karesine götürüyor. Atakan Yavuz bir konuşmamızda Ahmet Güntan’ın müsilaj temalı şiirindeki Servet-i Fünûn özelliklerini anmıştı. Andığı özelliklerin yanında gri tonların ağırlıkta olduğu bir tablo olarak da okuyabiliriz.